Link: GÜLBÜN MESARA BABASI A. SÜHEYL ÜNVER VE İSTANBUL'UNU KONUŞUYOR | İstanbul'un Tarihi
Gülbün Hanım, siz öğretmen A. Süheyl Ünver'in kızısınız. Hayatı boyunca onun yanında oldunuz. Onun yanında oldunuz ve yeteneklerinden ve deneyimlerinden çok şey öğrendiniz. Süheyl Bey, İstanbul'da doğup büyümüş bir İstanbul aşığıydı. Siz de öyle. Son elli yıldır İstanbul'da olup bitenleri çok iyi biliyorsunuz. Eminim bunları babanızla konuşmuşsunuzdur. Zaman zaman onunla İstanbul'da dolaştınız ve ondan çok şey öğrendiniz. Sakıncası yoksa babanızdan, yaşam tarzından ve İstanbul'daki deneyimlerinden bahsetmek istiyorum. Sakıncası yoksa Haseki'den başlayabilir miyiz?
Elbette... Annem Eyüp Sultanlıdır. Niğdeli önemli şahsiyetlerden inşaatçı ve tuğla tüccarı Emin Benlioğlu'nun kızıdır. 1932'de babamla evlendikten sonra Haseki, Bostan Hamamı Sokak'taki konağa taşınmış. Birkaç yıl orada yaşamışlar. Daha sonra, sanırım 1934'te, dedemin ailesi için Kadıköy Mühürdar'da yaptırdığı Emin Bey Apartmanı'na taşınmışlar. Babaannem Safiye Hanım da onlarla birlikte apartmana taşınmış. O apartmanın yanındaki sokak Tuğlacı Emin Bey Sokak'tır ve bugün hâlâ varlığını sürdürmektedir. Maalesef ağabeyimle birlikte büyüdüğümüz ev satılmış. Yıkılmış ve yerine yenisi yapılmış.
Haseki'deki evle ilgili bir anınız var mı? Hiç gördünüz mü?
Hayır, hiç görmedim. O ev biz taşındıktan sonra satılmış olmalı, yani hiç bilmediğimiz bir yerdi. Konağın ve evin en üst katındaki babamın çatı terasının fotoğraflarını görmüştük. Ayrıca Ahmet Yakupoğlu'nun yaptığı bir yağlıboya tablo da var. Ama anneannemin Eyüp Sultan'daki evini çok iyi hatırlıyorum. Her bayram oraya gider, büyüklerimizin ellerini öperdik.
Eyüp'teki ev hala duruyor mu?
Maalesef hayır.
Nasıldı? Bize biraz anlatabilir misin?
Eyüp Sultan'ın arka sokaklarından eve gittiğimizi hatırlıyorum. Evin bulunduğu sokak hâlâ mevcuttur. Beyaz taş bir konaktı ve geniş bir arka bahçesi vardı. Buraya ait tek şey Ahmet Yakupoğlu'nun bir tablosu. Anneannemi ziyarete gittiğimizde çok küçüktük. Bize ikram edilen şekerleri ve leblebileri hâlâ hatırlıyorum. Hatırladığım bir diğer şey de Bayram bölgesi. Büyükler evde otururken Ahmet Ağabey beni Bayram şenliklerine götürür, etrafı gezdirir ve küçük hediyeler verirdi. Bu konak uzun süre kaldı - daha sonra, daha önceki birçokları gibi o da satıldı. Hatırladığım kadarıyla bugün sahil yoluna ve çevre yoluna çıkan yolun yakınındaydı.
Yani doğru anladıysam çocukluğunuz Mühürdar'da geçti.
Evet, çocukluk anılarımın çoğu Mühürdar'da geçirdiğim zamandandır. Babam Haseki'den Mühürdar'a taşındıktan sonra muayenehanesine, üniversiteye Kadıköy'den gidermiş. Akşamları annem ağabeyimi bebek arabasına koyup babamı karşılamak için Kadıköy iskelesine gidermiş. Oradan birlikte eve yürürlermiş, Kadıköy'ün ötesinde Kumluk denen yoldan ve İnci Gazinosu'ndan –şimdiki nüfus müdürlüğü– geçerlermiş. Evimizden vapur iskelesine giden yolu hatırlıyorum; kısaydı, araç yoktu. Genellikle herkes yürüyerek giderdi. 1946'da Kadıköy Moda'da 41 No'lu İlkokula başladım. Ailenin bütün çocukları aynı okula gidiyordu. Ancak zamanla aile binadan taşınıp ayrı yollara gitti ve daireler kiraya verildi.
O yıllarda Mühürdar'ı anlatır mısınız?
Dediğim gibi, Mühürdar, Kadıköy Vapur İskelesi'nden Kumluk olarak bilinen yere kadar uzanan sahil yolu üzerinde, Moda'ya yürüme mesafesinde bulunan bir semtti. Eskiden tamamen deniz kenarındaydı. Şimdi o kısımlar dolduruldu; üstelik beton bir iskele inşa edildi. Muhteşem İstanbul manzarasının önünde büyüdük. Babaannem bizimle yaşıyordu. Anneannem, kardeşleri ve geniş ailesi de ziyarete gelirdi. Mühürdar'daki çocukluğumuz harikaydı; ağabeyim, kuzenlerim ve arkadaşlarımla geçirdik.
Şimdi ise kocaman bir beton cehennem.
Apartmanların bitişik olmadığı, bahçeli, güzel bir semtti.
Dairenizin bahçesi var mıydı?
Geniş bir ön ve arka bahçesi vardı. Oturduğumuz kattan muhteşem deniz manzarasını unutamam. Geceleri balkonda oturup Boğaz'ı seyrederdik. Ama Topkapı Sarayı çevresinin neden sürekli karanlık, Galata'nın etrafının neden aydınlık ve ferah olduğunu hiç anlayamadım. Günümüzde Topkapı Sarayı ışıklandırılıyor; ancak ben çocukken etraf zifiri karanlıktı.
Gerçekten muhteşem... Sanki bir tarafta hayat varken, diğer tarafta hiç hayat yokmuş gibi.
Evet. Bunu ne anladım ne de karanlığı sevdim. Ramazan ve Bayram'da Sarayburnu'ndaki minareler ve çatılar kandillerle aydınlatılırdı. Bunun dışında, o bölgeye baktığımızda sadece koyu bir karanlık görürdük. Galata ve Beyoğlu hariç, şehirde gece hayatı yoktu. Dediğim gibi, yaz gecelerimizi balkonda geçirirdik. Kardeşimle Haydarpaşa ve Galata'daki kırmızı ve mavi ışıkları sayardık. Bir de Büyük Çamlıca Tepesi'ni hiç unutmayacağım - Mühürdar'daki apartmanımızın arka balkonundan görünürdü. Bütün o büyük fırtınaların, yağmurun ve karın Çamlıca'dan nasıl büyük bir leke gibi geldiğini fark ederdim. Çocukken yaramazlık yaptığımızda anneannem "Çamlıca'dan dayak kokusu geliyor" derdi. Sonuçta geri kalan her şey Çamlıca'dan geliyordu...
Peki İstanbul'da en çok hangi yerleri görmeyi ve gezmeyi sevdiniz?
Çoğunlukla Çamlıca ve Fenerbahçe'ye giderdik. O zamanlar arabamız yoktu, sanırım taksiyle giderdik.
Kısıklı'ya kadar tramvay hattı olmalıydı.
Vardı. Çoğunlukla sadece yazları çalışan açık tramvaya binip Mühürdar'dan Fenerbahçe'ye giderdik. Bu benim en sevdiğim yolculuktu. Ayrıca tatillerde Kalamış Limanı'ndan veya Kurbağalı Deresi'nden kayık kiralardık. Bütün bunları annem ayarlardı; bizi kayığa bindirir, kürek çeker, yüzme öğretir ve sonra bizi evimize bırakırdı. Her zamanki gibi babam işte olurdu. Bizimle gelmeye vakti olmazdı. O zamanları asla unutamam. Bir de Moda Plajı'na giderdik. Kadınlar hamamını asla unutamam. O zamanlar Fenerbahçe'de de vardı ama Fenerbahçe Burnu çok bakımsızdı, sanırım hiç gidemedik.
Küçük Çamlıca'ya da giderdik, çoğunlukla ağaçların gölgesinde piknik yapmaya. 1956'da ailem bir Opel aldı. O zamanlar İstanbul sokaklarında araba pek görülmezdi. Babamın hocası, Mühürdar'daki komşumuz Profesör Necmettin Rıfat Yarar anneme araba kullanmayı öğretti. Babam ehliyet alan ilk kişiydi ama araba kullanmayı öğrenemedi; araba kullanımı berbattı. Hatırlarsanız, o zamanlar Boğaz'ın Anadolu yakasındaki yollar çok yokuşluydu. Babam arabanın hareket etmesini önlemek için frene basar, sonra ağabeyim arabadan fırlayıp arka tekerleğin arkasına, yokuş aşağı kaymasını önlemek için büyük bir taş koyardı. Yolculuğun zorluğuna rağmen Kandilli Rasathanesi'ne sık sık giderdik. Ayrıca Hidiv Kasrı'nın bahçelerini gezmek için özel izin alırdık. Bir de Kavaklar'a giderdik. Gariptir ki, Prens Adaları'na hiç feribotla gitmedik.
Özel bir sebebi var mıydı?
Hayır. Muhtemelen o zamanlar çok uzakta göründükleri için. Büyük Çamlıca ve Küçük Çamlıca en çok gittiğimiz piknik alanlarıydı. Bir keresinde arabayla Acıbadem'e pikniğe gitmiştik. Bugün beton denizi gibi olan Acıbadem'in o zamanlar yemyeşil olduğunu biliyor muydunuz? Uçsuz bucaksız meyve bahçeleri ve çiçekler arasında piknik yaptığımızı çok iyi hatırlıyorum.
İstanbul çok hızlı değişti değil mi?
Evet, kesinlikle. Çocukluğumuzdaki İstanbul'un sakinliğinden sonra, günümüzün karmaşası beni çok olumsuz etkiliyor. O zamanlar moda olan Kadıköy çarşısında alışveriş yapmak, Altıyol'da vitrinlere bakmak ve sinemaya gitmenin keyfi artık geçmişte kaldı. Ailem cuma akşamları Kadıköy'de opera veya sinema bileti alır, haftanın veya yılın filmini izlemeye giderdi; hepimizin büyük bir heyecanla beklediği bir şeydi bu.
Bayramlarınızı nasıl geçirdiniz?
Gençliğimdeki bayram sabahları unutulmazdı. Bugün hiçbir şey o kutlamalarla kıyaslanamaz. Mühürdar’daki apartmanda geçirdiğimiz bayramları anımsıyorum. Büyüklerimize tazimde bulunduktan sonra apartmanın diğer dairelerini gezerdik. Kiracılar arasında Maraşlı bir aile de vardı. Onlara gittiğimizde ailenin en büyüğü bize el işi oya mendilleri verirdi. Sonra Eyüp Sultan’a babaannemin yanına gider, elini öperdik. Pencerenin önünde büyük kavanozlarda şeker ve leblebi vardı. Bunlar, bayramda taziyeye gelen mahalle çocuklarına verilirdi. İlginç olanı, babaannem o zamanlar tek başına yaşıyordu; ne kızıyla ne de oğluyla yaşamak istiyordu. Eyüp’teki o kocaman köşkte tek başına yaşıyordu… Nedense o evden korkuyordum. Hiçbir şey yemek istemiyordum. Uzun süre orada kalmamak için Ahmet Ağabey beni Eyüp Sultan’daki bayram alanına götürürdü.
Ahmet Ağabey dediğiniz kişi ressam Ahmet Yakupoğlu olsa gerek?
Ahmet Ağabey, çocukluğumda çekirdek ailemizin bir parçasıydı. Kendimi bildim bileli Ahmet Ağabey hayatımızın bir parçasıydı. Onunla geçirdiğimiz zaman, çocukluk anılarımda büyük bir yer kaplar. Aile albümlerimiz bile onun çektiği fotoğraflardan oluşur. Kütahya'dan her gelişinde, geri döndüğünde ve yaşadığı yerde, "baba evi" dediğimiz aile evimizde kalırdı.
Eyüp Sultan'daki Bayram bölgesi hakkında biraz bilgi verebilir misiniz?
Eyüp Sultan dışında bir bayram yeri hatırlamıyorum. Bugünle kıyaslandığında oldukça ilkel bir eğlence alanıydı, ama benim için o zamanlar en çok gitmek istediğim yerdi. Ayrıca Ahmet Ağabey'in beni oraya götürüp, kendi deyimiyle beş kuruşluk yüzükler (beş kuruşluk yüzükler) alıp beni mutlu ettiğini asla unutamam. Salıncaklar ve rüzgar gülleri bölgenin en büyük eğlencesiydi. Bu yüzükler elbette en değerli hatıralarımdı.
Mühürdar’dan ne zaman taşındınız?
Mühürdar'daki 8 No'lu İlkokulu bitirdikten sonra Üsküdar Amerikan Kız Koleji'ne başladım. Babam Columbia Üniversitesi'ne misafir öğretim görevlisi olarak davet edildiğinden, mezun olduğum yıl olan 1958'de Mühürdar'dan ayrılıp Amerika'ya gittik. Bu, bir şekilde o apartmandaki hayatımızın sonuydu. Bir yıl sonra döndüğümüzde, annem aile içi bazı sorunlar nedeniyle apartmandan ayrılmak istedi. Evimizi bırakıp Göztepe'ye taşındık ve orada bir ev kiraladık. Aile evinden ayrılmak benim için çok üzücüydü.
Kalamış'taki evinizi hatırlıyorum. 1976'da babanızın o evde TRT için çektiği bir program vardı. Sanırım iki katlı bir evdi.
Evet, iki katlıydı... Göztepe'de Kemal Kavrakoğlu ailesinin kiracısıydık. 27 Mayıs darbesi sırasında o evde oturuyorduk. Annem, "Hiç kirada oturmadık, kendi evimizde neden oturmuyoruz?" diye yakınırdı. Tek isteği bahçeli bir evimiz olmasıydı. O sıralarda ailemle Kızıltoprak'ta bir daire aldık. Birkaç yıl orada oturduk ama annemin bahçeli ev isteğini karşılamadı; 1971'de Kalamış'taki evi aldık. O zamanlar Kalamış Fener Caddesi'nde, şimdiki apartmanların aksine, küçük villalar vardı. Yan komşumuz Hamamcı Cemil Bey, Çemberlitaş Hamamı'nın sahibiydi ve çok güzel, klasik bir Türk evinde oturuyordu. Ama ne yazık ki iki yıl içinde komşularımız babama Cemil Bey'in evi tarihi eser listesinden çıkarmak için yavaş yavaş yıktığını bildirdiler. Kepenkleri ve diğer şeyleri sökmeye başlamıştı bile. Nitekim bir müteahhitle anlaşıp o güzel evi gözümüzün önünde parça parça yıktılar. Ayrıca, bahçedeki erik ağacını, meyve doluyken kestiler. Sonra oraya dokuz katlı devasa bir bina diktiler.
İstanbul böylece yavaş yavaş yok oldu. Elbette büyük dönüşüm 1950'lerde başladı. Sanayileşme, kentleşme, iç göç...
Babam, 1956 yılında Menderes hükümeti döneminde İstanbul'daki tarihi eserlerin yıkımına tanık olduğunda duyduğu derin üzüntüden dolayı ressam Ahmet Ağabey'e, "Ahmet, İstanbul öldü" demiş. Ahmet Ağabey o dönemde Tıp Tarihi Enstitüsü'nde kadrolu ressam olarak çalışıyormuş ve birlikte günlük işe gidip gelirken İstanbul'un kentleşmesine tanık olmuşlar. Bunu bana bizzat Ahmet Ağabey anlatmıştı.
Evet ama muhtemelen "İstanbul vefat etti" demek yerine "İstanbul'u sana emanet ediyorum" demek istemiştir...
Babam bir gün üniversiteye giderken Beyazıt Meydanı'nda Ahmet Hamdi Tanpınar'la karşılaşmış. Tanpınar yanından geçerken, "Süheyl, İstanbul sana emanet," demiş ve hızla yoluna devam etmiş. Bu karşılaşmadan kısa bir süre sonra vefat etmiş.
Ahmet Yakupoğlu'na bunu söylediğini bilmiyordum. Tanpınar'ın bunu babanıza söylediğini Ahmet Güner Sayar'ın A. Süheyl Ünver biyografisinden biliyorum. Size ne söyledi? Olan biteni size nasıl aktarabildi?
Bunu babamdan duyduk. Dönemin yönetimiyle ilgili bazı endişeleri olmasına rağmen, sıkıntılarını ve yakın meslektaşları olarak gördüğü kişilerle yaşadığı tartışmaları da dahil olmak üzere, hiçbir endişesini bizimle paylaşmadı. Bu dönemde yaşadıklarının onu çok incittiğini ve kurmak için çok çalıştığı enstitünün çöküşünün onu derinden yaraladığını biliyorduk. Eşim gibi bazı insanlar bana sırlarını anlatırdı; ancak babam öyle biri değildi. İstanbul'da olup biteni veya ofisinde olup biteni bize asla anlatmazdı. Her zaman neşeli, çok sakin ve sessizdi.
Bunu dışarıya yansıtmıyordu. Sanırım hoşuna giden şeylerden bahsediyordu.
Her şerrin bir hayırı olduğuna inanırdı. "Ruhunu inciten şey, senin için hayırlı olandır," derdi. Bir gün, "İçinde gizli bir yer olsun, keder ve sıkıntı oraya girmesin. Burası sana ait olsun!" dedi. Elbette onu her zaman dinlerdim ama o an ne demek istediğini anlayamazdım. Sıkıntılı zamanlarında akşamları eve gelir, sessizce yemeğini yerdi. Dertlerini kimseyle paylaşmazdı. Bunun yerine odasına çekilir ve gece yarısına kadar dosyaları incelerdi. Bunun onun gizli iç huzuru olduğunu düşünürdüm - sanat ve kültür. Bunu yaparak sayısız saat geçirebilirdi. Hayatım boyunca hep aynı prensipleri uyguladım.
Babanızı çok iyi anladığımı söyleyebilirim. Bu, ahlak ve irade gerektirir. Sorunlarına tek başına katlandı - paylaşmadı. Ve tek başına yaşanan sorun daha da büyür. Gülbün Hanım, Kalamış'taki eve dönelim.
Gördüğünüz evde çok güzel günler geçirdik. O evde uzun süre yaşamadım çünkü ev alındıktan kısa bir süre sonra evlendim ve Ankara'ya taşındım. Ama tabii ki orası aile eviydi ve oraya düzenli olarak gitmeye devam ederdik. O evi çok seviyorlardı ama müteahhitler her zamanki gibi onları ikna etmeye çalıştılar; evin yakındaki devasa evlere kıyasla çok küçük olduğunu söylediler; evi satın alıp yeniden inşa edeceklerini söylediler. Böylece annemin isteği üzerine ev apartman oldu. Babam yıkım ve inşaattan çok önce vefat etti - çok sevdiği o villanın yıkımına tanık olmak zorunda kalmadı.
Ve keyifli bir çalışma geçirdi.
Yaşadığımız bütün evlerde ilk düzenlenen oda her zaman babamın çalışma odası olurdu.
Muhtemelen Haseki'deki evin çatı terasını oraya taşıdı. En azından öyle görünüyor.
Mühürdar'daki odası çok güzeldi; deniz manzarası, kitaplıkları ve vitrini vardı. Kitaplığının alt raflarından birini bana verirdi, yeni çıkan imzalı kitaplarını oraya koyardım. Ayrıca ondan öğrendiğim gibi sakladığım kağıt, defter, boya gibi eşyalarım da vardı. Çok iyi hatırlıyorum ki babam odasında ders çalışırken ben yere oturur, küçük çantamla meşgul olurdum. Defter veya dosya yapmamızı babam teşvik ederdi. Mühürdar'dan ayrıldıktan sonra, kiralık evdeki ve Kızıltoprak'taki apartmanındaki odalar küçülmeye başladı. Yer darlığından dolayı babam maalesef arşivlerinin bir kısmını İstanbul Üniversitesi'nde kurduğu Tıp Tarihi Enstitüsü'ne taşımak zorunda kaldı. Eşimle Amerika'dayken babam, "İstanbul'da bir evin olsa, çalışma odamı senin evine taşır, haftada bir kütüphaneye gittiğim gibi oradan çalışırdım" demişti. 1984'te döndük ve babamın kütüphanesini, duvardaki resimlerle birlikte bu eve taşıdığımız için çok mutluyum. Resimleri duvara ağabeyim astı. Babam buraya geldi, yani odanın nasıl düzenlendiğini gördü. Haftada bir gelirdi ve arşivleri açmaya başladık. Dosyaların bazıları karmaydı, yani karışık konularda notlar içeriyordu. Karma olanlar arasında yüzlerce malzeme vardı. Bu sıralar çok yaşlanmıştı ve birkaç kağıda baktıktan sonra yorulurdu; "Hadi buna gelecek hafta devam edelim" derdi. Bu nedenle karma dosyalara neredeyse hiç dokunulmamış ve hemen hemen aynı kalmışlardı.
Yazık oldu. Onunla İstanbul'da dolaşır mıydın?
Elbette. O zamanlar yazlıklara veya otellere gitmek pek yaygın değildi. Üstelik çocukluğumda yaptığımız her şeyi ailece yapardık. Mesela bir Ramazan, iftardan sonra hep birlikte Sultanahmet Camii'ne gittik. Babam müezzinle sohbet etmişti ve mahya (minareler arasına asılan ve bir cümleyi heceleyen ışık dizileri) hazırlanışını izleyebilmiştik. Sonraki yıllarda gezilerimiz genellikle cuma vaazları sırasında olurdu, böylece camileri, mezarlıkları ve eski mahalleleri tanıyabilirdik. Bu gezilerden ne kadar faydalandığımı hep hatırlarım. Keşke daha fazla fırsatımız olsaydı da böyle geziler yapabilseydik.
O zamanlar mahyalar klasik tarzda yapılıyordu. Ampullerle değil, gaz lambalarıyla... Hazırlıkları izlerken, mahyanın nasıl yerleştirildiğini hatırlıyor musunuz?
Hayır, sadece kandil yağının kokusunu ve yürürken ipe bir şey sardıklarını hatırlıyorum. Daha önce de belirttiğim gibi, bu geziler sırasında çok küçüktük.
Bugünlerde olduğu gibi, camiyi aydınlatmak için bir düğmeye bastığınız gibi değildi; ardından gaz lambaları yanar ve kelimeler yavaş yavaş gökyüzünde belirirdi. Minareler arasındaki iplerde kelimelerin belirmesini izlemek çok hoş olmalı. Bu yüzden soruyorum.
Büyük ihtimalle öyleydi. Ama ben bu olayın önemini kavrayabilecek yaşta değildim. Babam götürdü bizi. Eğlendiğimizi hatırlıyorum ama detayları unuttum. Çocukluğumla ilgili çok şeyi babamdan biliyorum. Babam İstanbul'da film makinesi alan ilk kişilerdendi. 1937'den başlayarak çok sayıda film çekmiş. Şimdi onun filmlerini film makaralarından CD'ye aktarmaya çalışıyoruz. Mesela Tahsin Öz Bey'in cenazesinin bir filmi var. Ayrıca aile filmleri de var. Biri ilk adımlarımı atmaya çalışırken çekilmiş, biri Moda Parkı'nda oynarken çekilmiş, başkaları da var. Film makaralarını ağabeyim takardı. Yıllar sonra bile bu filmleri izlediğimizde ailecek keyif alırdık; sanki o günleri yeniden yaşıyormuşuz gibi.
Süheyl Hoca hakkında bunu bilmiyordum. Ahmet Güner'in kitabında yer alıyor mu?
Hatırlamıyorum, bakmam gerekirdi. Zamanının mekanlarını ve olaylarını yakalama merakını gidermek için satın aldığı küçük bir kamerası vardı; artık antika. O kamerayla çektiği fotoğraflar, günümüzün en net fotoğrafları. O kamerayı sakladım. Her yere yanında götürürdü; o defterlerdeki fotoğrafların çoğu babam tarafından çekilmişti.
İstanbul'un fotoğraflarını çekmiş olmalı.
Elbette... Bu fotoğrafların çoğunun negatifleri şu anda Süleymaniye Kütüphanesi Ünver Odası'nda; şu anda tasnif ediliyorlar. Basılı olanların çoğu ilgili dosyalara konuldu. Bazıları basıldı; orijinalleri kim bilir nerede. Kaybolanlar ise sonsuza dek yok oldu.
Babanız gördüğü veya duyduğu her şeyi kaydetme alışkanlığını nasıl edindi; not alma veya çizim yapma alışkanlığını nereden edindi? Bundan hiç bahsetti mi?
Babamın eski dostlarından Esad Fuad Tugay, Antik Mısırlıların önemli olan her şeyi yazıp çizdiklerini ve bu nedenle onlar hakkında bilmediğimiz hiçbir şey olmadığını söylemişti. Babam bundan ilham almış ve bunun kendisini bu konuda düşünmeye yönelttiğini söylerdi. 1951 yılında Esad Fuad Bey, babamı ve annemi Nil Nehri üzerindeki konağına davet etti; yazlarını eşiyle birlikte burada geçirirdi. Mısır'a gittiklerinde Esad Fuad Bey, babama eski zamanların yeraltı sarayları kadar zengin olduğu söylenebilecek piramitleri göstermişti. Babam, Antik Mısırlıların yaşamlarını nasıl resmettiklerini hayret ve hayranlıkla izlemişti. Bu izlenimlerin etkisiyle, İstanbul'a ilk seyahatinde gördüklerini bir deftere hem yazmış hem de resimlemiş. Bu şekilde, ülkenin farklı bölgelerine, özellikle İstanbul'a yaptığı seyahatler sırasında izlenimlerini yazma ve resimleme alışkanlığı edinmişti. Babamın ressam Üsküdarlı Hoca Ali Rıza'nın öğrencisi olduğunu ve doğayı resimlemeyi ondan öğrendiğini biliyorsunuz. Rıza'nın teşvikiyle babam İstanbul resimleri çizmeye başladı. Adım adım gezdikleri Üsküdar'ın eski evleri, camileri, türbeleri, çeşmeleri ve mezarlıkları çoğu resminin teması oldu. Bana anlattığı bir anısını anlatayım. Bir öğleden sonra bir hastayı muayene etmek için Sultantepesi'ne çağrılmış; bir köşke götürüp üst kata çıkarmışlar. Hasta, güzel manzaralı geniş bir odadaymış. Odanın penceresinden Üsküdar ve İstanbul'un eşsiz manzarası görünüyormuş. Bu güzellik karşısında büyülenen babam, hastanın nabzını ve genel durumunu kontrol etmiş ve hiçbir sorunu olmadığını görünce manzarayı bir kağıda çizmek için izin istemiş ve ardından hastanın bakımına devam etmiş.
Gülbün Hanım, lütfen ne dediğinizi hatırlayın; ama önce bana biraz Esad Fuad Turgay'dan bahseder misiniz?
Bildiğim kadarıyla Esad Fuad Bey, Müşir Fuad Paşa'nın oğlu bir diplomattı. Eşi, Mısır hanedanından Prenses Ziba'ydı. Babam, hem sosyal bilimlerde hem de mutfak sanatlarında bilgili olan Esad Fuad Bey'in geleneksel cumartesi toplantılarına düzenli olarak katılırdı. Bir keresinde ağabeyim ve ben babamla birlikte çay toplantılarından birine gitmiştik.
Bildiğim kadarıyla babanız Hoca Ali Rıza'nın öğrencisi olmasına rağmen klasik anlamda ressam olmayı hedeflememiş, yani resimlerinin sanatsal değeriyle değil, belgesel değeriyle ilgilenmiş.
Doğru. Hatta babam, sanat icra etmekten ziyade, şehirlerin manevi gelişiminin ve gelecek nesillerin yararına olacak yapı taşları olarak gördüğü tarihi hafızalar yaratmaya çalıştığını söylerdi. İlmi veya kültürel ilgi alanlarına hitap etmeyen yerlere gerekmedikçe gitmezdi. Aksine, kaybolmaya yüz tutmuş mahalleleri, camileri, tekkeleri, okulları, sokakları, evleri, ziyaretgahları ve benzeri yerleri tespit etmek için her fırsatı değerlendirirdi; bunların hepsinin tarihi önemi vardı. Bu amaçla resimler çizer ve defterler hazırlardı.
O zamanlar defterlerinin çoğunun nasıl hazırlandığını görüyordunuz.
Evet, babamın bu türden çalışmaları elli yıl boyunca kesintisiz devam etti. Hazırladığı defterler hem içerdikleri resimler hem de içerdikleri bilgiler açısından paha biçilmezdir; çoğunun nasıl yapıldığını görme şansına da eriştim. Elbette babamın İstanbul sevgisi eşsizdi. Suluboya ve karakalem çalışmalarının çoğu İstanbul'a aittir. İstanbul'un her köşesinin güzelliklerle dolu olduğunu söylerdi. "İstanbul'u eğlence için sevmemeliyiz, içselleştirmeliyiz, bayramlarda bu müstesna şehrin eşsiz semtlerini gezip gözlerimizle okşamalıyız" derdi. Babama göre İstanbul'un hiçbir semti birbirine benzemez; Eyüp Sultan'dan Üsküdar'a, Boğaz köylerinden Çamlıca'ya kadar her yerin ayrı bir güzelliği olduğunu söylerdi. Suluboya çalışmalarının çoğunu İstanbul'daki sevdiği yerlere yaptığı ziyaretler sırasında yapardı. 1960'lardan sonra şehir turlarına öğrencilerini de dahil etmeye başladı; bundan önce İstanbul'u hep tek başına gezmişti. Amacı, şehirdeki hangi tarihi yerlerin yok olma tehlikesi altında olduğunu belirlemekti. Bu geziler 1970'lerde daha sistematik hale geldi ve haftalık kurs gezilerine dönüştü. Bu gezilerde tarihi bölgelere dikkat eder, resmedilmeye değer bir şey arardı. Resmetmek istediği bir şey gördüğünde hemen bir koltuk ve boya için bir bardak su bulurdu. Daha sonra ressam çantasını açar, kalemini, kağıdını, suluboya kutusunu ve fırçalarını çıkarır ve resim yapmaya başlardı. Resim yaparken, kendisini izleyen öğrencilerine ders verirdi. Uzun yıllar babamın asistanlığını yapmış olan sevgili Azade Akar'ın defterlerinden birinde, 1964 tarihli böyle bir gezinin anısını bulduk.
Azade Hanım'ın babamdan daha fazla seyahat defteri var. Her biri kendine özgü kayıtlarıyla bu defterler muhteşem. Aldığı notlara göre, bir gün Eyüp Nişancı'daki Şeyh Murad Dergahı'na gitmişler. Tekkenin perişan hali karşısında üzüntüsünü gizlemeye çalışan babam, "Buralar gerçek İstanbul. Ben böyle yerlerde, tarihi eserlerin yüzlerinde geçmişin küçük izlerini bulmaya çalışıyorum; bunlar bir zamanlar olağanüstü bir güzelliğe sahipmiş ve asırları atlatmış. Bunları bir araya getirerek o olağanüstü güzelliği resimlerimle yeniden canlandırmaya çalışıyorum." demiş. Sonraki yıllarda, babamın tekkeyi aslına uygun olarak resmettiği bu resim, kurduğu vakıf tarafından yapılan onarımlar sırasında başvurulan ilk kaynak olmuş. O gün babam, haziredeki kırık dökük mezar taşları arasında, Hattat Mahmud Celaleddin Efendi'nin mezar taşını bulmuş ve diktirmiş. Azade Hanım'ın notlarına göre bu olay, o ziyaretin "uğurlu bir mucizesi" olarak değerlendirilmiştir.
Kendisine eşlik ettiğiniz ziyaretlerden neler hatırlıyorsunuz?
Sergilenecek mezar taşlarının yenilenmesiyle ilgili bir toplantı düzenlendi. Haluk Şaman Bey, o dönemde Yapı Kredi Bankası'nın kültür danışmanıydı. Sergi daha sonra bankanın galerisinde gerçekleştirildi.
O yılın baharında birlikte mezarlıkları ziyaret etmeye başladık. Elbette babamla bu yerleri ziyaret etmek benim için birçok açıdan faydalıydı. Bana taş işçiliğinin unsurlarını, özelliklerini ve tarihi önemini anlatırdı. Mezarlıklardan korkmamayı o zaman öğrendim. Bir de fotoğrafımız var; Haseki yakınlarındaki Hacı Bayram Kaftani Camii'nin haziresinde çekilmiş. Cuma derslerinden birinde beni ve Azade Hanım'ı bu hazireye götürmüştü ve sümbül ve lale buketinin güzelliğini görünce neredeyse sandukayı kucakladığımızı hatırlıyorum.
Fatih’e…
Bu hazirede (kapalı mezarlık) çekilen fotoğrafları hep saklarım. Bu taş çizimden bir kalıp çıkardık ve babam üzerine kalemle güzel bir resim çizdi. Hepimiz çizdik ve boyadık. Bizi ilginç bulacağımızı düşündüğü yerlere götürerek bizi şaşırtırdı. 1982'de bir cuma vaazından sonra Silivrikapısı'na gittik. Bana aniden kapının kemerinin altında saklı küçük bir ahşap evi tasvir eden bir resim gösterdiğini ve bunu bana hediye ettiğini hiç unutmayacağım.
Hayatını not alarak geçirdi. Onun kadar çok not alan veya bilgi kaydeden birini hiç tanımadım.
Evet, onun gibisi yok. Ev hayatının her anında kağıt ve kalem ön plandaydı. Elinde her zaman bir kalem ve kağıt olurdu ve sürekli yazardı. Sevmediği yerlere asla gitmezdi. Yurt dışından sayısız davet alsa da, bu davetleri asla kabul etmezdi. Sadece kendisine keyif vereceğini düşündüklerini kabul ederdi.
Anladığım kadarıyla çok sevdiği şehirler var; özellikle Bursa, Kütahya, Konya, Sivas…
Özellikle Edirne... "Bundan sonra Edirne için yaşıyorum" derdi. Ayrıca Edirneli yakın bir arkadaşı vardı: Dr. Rıfat Osman. Meslekleri, ilgi alanları ve meşguliyetleri birbirine çok benziyordu. İkisi de doktordu, aynı zamanda ressam ve tarihçiydi... Ressam Hoca Ali Rıza Bey aracılığıyla tanışmışlar ve arkadaş olmuşlar. Rıfat Osman Bey, 1926'da babamı Edirne'ye davet etmiş ve Edirne, babam için hayat boyu sürecek bir ilgi alanı haline gelmiş.
Gülbün Hanım, son olarak Cerrahpaşa Tıp Tarihi Enstitüsü'ndeki Süheyl Ünver Nakışhanesi hakkında bir soru sormak istiyorum. Babanız, doktor olarak çalışırken Güzel Sanatlar Akademisi'nde Türk Tezhip ve Minyatür dersleri veriyordu. Ancak 1957'de Süsleme Sanatları Bölümü kapatılınca, asıl ilgi alanı Cerrahpaşa Tıp Fakültesi bünyesinde kurduğu Tıp Tarihi Enstitüsü oldu. Babanızın burada öğrencisi miydiniz?
Evet, 1985 yılına kadar Güzel Sanatlar Akademisi kapalı olmasına rağmen babam Tıp Tarihi Enstitüsü'nde tezhip ve minyatür derslerine devam etti. Dersler cuma günleri yapılırdı. 1960 yılında bu derslere düzenli olarak katılmaya başladım ve babamın dünyasına adım attım. Bu sayede hem onun çalışmalarını, hem de sistematik araştırma ve arşivleme yöntemlerini tanıdım. Bir çıraklık döneminden geçtim ve zamanla babamın yardımcısı oldum. Babamın vefatından sonra Tıp Tarihi Enstitüsü'ndeki nakışhaneyi yönettim. Biliyorsunuz, bu nakışhane babamın adını taşıyordu ve yüzlerce tezhip sanatçısı ve nakkaşın yetiştiği bir yer oldu. Babamın geleneklerini yaşatmak istediğim için derslerimi evde sürdürmeye karar verdim. Hattat Hüseyin Kutlu hocamızın daveti üzerine, A. Süheyl Ünver Sanat Atölyesi olarak 2010 yılından bu yana Uygulamalı Türk İslam Sanatları Merkezi (Uygulamalı Türk-İslam Sanatları Merkezi) himayesinde çalışıyor ve yeni projeler üretiyoruz. Merkez, babamın çok sevdiği Hekimoğlu Ali Paşa Camii'nin tarihi kütüphanesinde faaliyet gösteriyor.
Bana zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. Babanız huzur içinde yatsın.